ReferenceError: Can't find variable: globalThis https://www.googletagmanager.com/gtag/js?id=:57 Müzenin Kuruluş Hikayesi ve Açılışı

Tarihçe


Müzenin Kuruluş Hikayesi

İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü, Türkiye’de kurulan ilk iki bölümden biridir. Kurulduğu ilk yıllardan itibaren, eğitimin yanı sıra arazi çalışmalarıyla arkeolojik bilgi üretimine büyük katkı sunmuş, arkeolojik mirasın açığa çıkarılıp anlaşılarak korunmasına öncülük etmiştir. Arkeoloji Bölümü, Türkiye’de çağdaş ve bilimsel arkeolojinin gelişiminde etkili olmakta; insan ve kültürünü teknolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan çeşitli yönleriyle ele alan araştırmalar yapmaktadır.

Arkeolojik araştırmalar, insanlığın geçmişini bütüncül bir şekilde sunacak bilgi birikiminin yanı sıra kapsamlı arkeolojik malzeme koleksiyonlarının oluşmasını sağlamıştır. Anabilim dalı bünyelerindeki koleksiyonların kapsamı, arazi çalışmaları kadar, iş birliği yapılan kurumların katkı ve bağışlarıyla gelişmiştir. Arkeoloji Müzesi’nin içeriğini de bu koleksiyonlar oluşturmaktadır.

Müzenin Ana Kaynağı, Halet Çambel’in Koleksiyonundan Geliyor 

Müze koleksiyonunun ana kaynağını, Halet Çambel tarafından kurulan “Prehistorya Anabilim Dalı Koleksiyonu” oluşturmaktadır. Çekirdeği, 1940’lı yıllarda Ankara Müzesi’nden bağış olarak alınan ve o dönemde Alişar, Alacahöyük, Yumuktepe, Tarsus Gözlükule ile Van Kalesi gibi önemli yerlerden gelen tabakalanmış kazı örneklemeleriyle oluşturulan bu koleksiyon, sonrasında Boğazköy, Hacılar, Phrigya ile Hasköy kazılarında açığa çıkarılarak yayınlanan, ancak müzelerin almak istemediği çanak çömlek parçalarıyla zenginleştirilmiştir. İlk yıllardan itibaren Kurt Bittel, Halet Çambel, Robert James Braidwood, James Mellaart, Bruce Howe, Carl Cullberg, Jean Perrot ve Mehmet Özdoğan’ın getirdiği malzemelerle genişleyen koleksiyonda, Keban ve Atatürk baraj göllerinin havzalarından, Ufuk Esin başkanlığında gerçekleşen kurtarma kazılarından gelen sistemli arkeolojik malzeme örneklemesi de önemli bir yer tutmaktadır. Zaman içinde Türkiye’nin farklı yerlerinde yapılan arkeolojik araştırmalarda bulunan, ancak müzelerin istemediği malzemeler de koleksiyona dahil edilmiştir. Kuzey Amerika, Fransa, Danimarka, Hollanda, Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Irak ve İran’dan gelen yurtdışı parçalarla koleksiyon bugün, Türkiye’nin en kapsamlı arkeolojik malzeme örneklemesi niteliğindedir. Koleksiyondaki arkeolojik malzemelerin büyük bir bölümü sergilenebilecek nitelikte olmayan, eser niteliği taşımayan ancak arkeolojik karşılaştırma malzemesi olarak kullanılan, kırık çanak çömlek parçaları, yontma taş ve hammadde örneklerinden oluşan laboratuvar malzemesidir. Belirli dönemlere odaklanan, benzeri nitelikteki koleksiyonlar arkeoloji bölümlerinin tümünde bulunmaktadır. Bu koleksiyonların sürekliliği, Türkiye’nin tamamına yayılan ve farklı dönemleri kapsayan arkeolojik projelerle halen sağlanmaktadır.

İlk kez 1961 yılında fişlere geçirilen, 1985 yılında ise Mehmet Özdoğan tarafından tescillenen, Prehistorya / Tarihöncesi Anabilim Dalı Koleksiyonunun bir bölümü ile Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi, Klasik Arkeoloji, Eskiçağ Tarihi, Hititoloji anabilim dalları ile Sanat Tarihi ve Taşınabilir Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım bölümlerine ait arkeolojik malzemelerin bir kısmı, 2003 yılında yine Mehmet Özdoğan tarafından bir araya getirilerek “İstanbul Üniversitesi Arkeoloji ve Kültür Tarihi Müzesi” statüsü kazanmıştır. 

Müze, 1 Temmuz 2019 tarihinde İstanbul Üniversitesi Rıdvan Çelikel Arkeoloji Müzesi adı ile ziyarete açılmıştır.

Müzeye giriş ücretsiz olmakla beraber müzede başta İstanbul Üniversitesi öğrencilerine olmak üzere, dışarıdan gelecek her yaş grubuna açık arkeoloji eğitimlerinin verileceği atölyeler de bulunmaktadır.

Prof. Dr. Halet Çambel

          Aydın, Bilim insanı, Eğitmen, Arkeolog                         

1916 yılında Berlin’de doğan Halet Çambel’i 12 Ocak 2014 tarihinde 98 yaşında kaybettik. Prof. Dr. Halet Çambel özgün kimliği ve çağın çok ötesinde bakış açısıyla, birbirinden çok farklı alanlarda öne çıkmıştır. Yüzyıllık yaşamını kelimenin tam anlamıyla dolu dolu yaşamış, Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaşlaşma sürecinin hemen hemen her alanında yapı taşlarından biri olmuştur.

Çambel akademik dünyanın farklı alanlarında yaratıcı öngörüsü, uygulamadaki başarıları ile öne çıkmıştır; arkeolog, korumacı, çevreci, eğitmen, dilbilimci, mimar, planlamacı, etnograf, düşünür gibi farklı bilimsel kimlikler ile tanınır. Türk akademik ortamında uluslararası açılımların simgesi olarak ünlenmiştir. Başka bir açıdan bakıldığında ise Çambel sporcu, köycülük önderi, köy öğretmenidir. Karatepe Dağları’nın “Halet Bacısı” sıdır. Bizler için ise Halet Hocamızdı. Bu nedenle Halet Çambel’i Karatepe Aslantaş’ın hafiri, bir arkeolog olarak tanımlamak, O’nun bu uzun ve renkli yaşantısını sığlaştırmak olacaktır. Çambel her şeyin ötesinde Cumhuriyet’in ilkelerine, çağdaşlaşmaya yürekten inanmış bir aydındı, tüm yaşamını da bu ilkelere göre düzenlemişti. İş’i görev olarak bilmiş, bu nedenle yaptıkları ve başardıkları ile hiçbir zaman övünmemişti. Yeni kurulan dünya ile bütünleşmeye ve çağı yakalamaya çalışan Cumhuriyet’e katkıda bulunmayı, zaten yapması gereken bir görev olarak gördüğünden Çambel bunları hiçbir zaman dile getirmemiştir. Her türlü zorluğa karşı durmayı ve bürokratik engelleri aşmayı ve yapılmasına gerekli olduğuna inandığı şeyleri yapmayı sıradan bir işmiş gibi sürdürmüştür. Bu nedenle yaklaşık 50 yıl boyunca öğrencisi olmakla övündüğüm Halet Çambel’i, öğrencilik yıllarımızda herhangi bir üniversite hocası olarak görmüştük. Yaptığı işlerin ne denli önemli ve büyük olduğu, zaman geçtikçe ortaya çıkmış; 1950’li yıllarda çalışmalarına esas olarak aldığı ilkeler, ancak 1980’lerden sonra, önce Dünya’da daha sonra da ülkemizde kabul görmüş ve esas olarak alınmıştır.

Ne var ki Çambel hiçbir zaman ilkelerini sloganlaştırmamış, süslü ve güzel terimlerle değil, herkesin anlayacağı sıradanmış gibi gelen söylemlerle hayata geçirmiştir. Bunların arasında

  • kültür varlıklarının yerinde, doğal çevre ortamı ile birlikte korunması – “kültürel peyzaj”
  • kültür varlıklarının orta ve uzun erimli bölge planlaması ile bütünleşmesi
  • kültür varlıklarının, çevresinde yaşayanlara karşın değil, onlarla birlikte yaşayanlar ile korunması
  • kültür varlıklarının yalnızca seyirlik olmaması, toplumun sosyal ve ekonomik zenginliğine katkıda bulunması
  • sürdürülebilirlik
  • farkındalık yaratmak
  • restorasyonu gösterişe dayalı bir sahtecilik olarak değil 1964 Venedik Tüzüğü’nde tanımlanan anastylosis (orjinaline en yakın haliyle) düzeyinde tutması
  • bilimsel yayında “acelecilik değil titizlik ve doğruluk”
  • gibi birçok ilki örnek olarak sayabiliriz.

    Halet Çambel’in ailesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun önde gelen aydın bir ailesidir; dedesi, müderrislik, sadrazamlık ve en sonunda Berlin Büyükelçiliği yapmış İbrahim Hakkı Paşa; babası Türk Tarih Kurumu’nun kurucularından ve uzun süre de başkanlığını yapmış olan Hasan Cemil Bey’dir. Önce Almanya’da daha sonra İstanbul Amerikan Kız Koleji’nde ve Fransa Sorbonne Üniversitesi’nde okumuş; birçok batı diline ana dili kadar hakim olması ötesinde Ön Asya’nın ölü dillerinde de uzmanlaşmış, dönemin önde gelen düşünürleri, bilim insanları ile yakın ilişki içinde olarak yetişmiştir. Bu farklı ve seçkin aile ortamına karşın Çambel, 1939 yılından itibaren yaşamının büyük bir kısmını arazide, dağlarda, köylerde en güç koşullar altında hiç şikayet etmeden kendi seçtiği yaşam şekline gönülden bağlanarak sürdürmüştür. Kendisine sıradan gelmesine karşın efsaneleşmiş alan çalışmaları vardır. II. Dünya Savaşı’ndan önce Afyon’un Frig yaylasında Emilie Haspels ile başladığı ve savaşın başlamasıyla yarım kalan çalışmayı tek başına sürdürmüş, iki kez paraşütle indirilmiş Alman casusu kuşkusuyla tevkif edilerek yakalanmış ancak yine de geri dönerek çalışmalarını sürdürmüş, Karatepe Dağları’nda eşkiyaların kol gezdiği dönemde tek başına atla gezmiş, konaklamış ve bölgede “Halet Bacı” adı günümüze kadar yaşayan bir efsane haline gelmiştir.

    Halet Çambel eşi Nail Çakırhan ile birlikte​

    İstanbul Üniversitesi’nde 14 Ocak 2014 tarihinde yapılan cenaze törenindeki konuşmalarda Halet Hocamızı en iyi tanımlayan konuşma “O sizler için bilim insanıydı, arkeologdu, eğitmendi ancak O bizim Karatepelilerin, Toroslar’ın Anasıydı” sözü olmuştur.

    Halet Çambel’in meslek yaşamının ilk yılları, yukarıda sözünü ettiğimiz Frig Yaylası’nın yanı sıra Orta Anadolu’da Kırşehir Has Höyük’te 1943 yılında başlamıştır. İç Anadolu Yaylası’nın enginliği Çambel’i çok etkilemiştir. Sık sık “Orta Anadolu bozkırlarında güneşin batışı ve gece karanlığının bastırması bir başka olur” sözünü yinelerdi. 1946 yılından sonra Çukurova, Çambel’in yaşamının ayrılmaz bir parçası olmuş, o zamanlar Adana’ya bağlı Kadirli İlçesi Karatepe ve Kızyusuflu Köyleri O’nun kendini özdeşleştirdiği mekanı haline gelmişti. İlk olarak Theodor Bossert ve Bahadır Alkım ile çalışmaya başladığı Karatepe-Aslantaş, Ceyhan Irmağı’nın Andırın Ovası’ndan sonra girdiği sarp, dağlık ve ormanlık bir bölgeydi. Yol yoktu, devletin olanakları henüz buraya ulaşmamış, ormancılıkla geçinen birkaç fakir köy, dağı mekan tutan eşkıyalar, yılda iki kez geçen Türkmen aşiretlerinden başka kimsenin uğramadığı bir yerdi. Çambel kültür savaşını burada verdi. Bossert başkanlığında yapılan birkaç kazı mevsimi, ortaya beklenmedik önemde eserler ve daha sonra Hitit resim yazısının çözülmesini sağlayacak çift dilli yazıtlar vermişti.

    Bunlar çok prestijli bir yayın için yeterdi, artardı. Kazı ekibi de çalışmayı burada bitirme kararı aldı. Bu karar Çambel’i çok sarsmıştı. Her şey ve herkese karşın çalışmaları sürdürme kararı aldı; uzun soluklu bir çalışmayla daha fazla eser, yazıt, bilgi ortaya çıkabilirdi. Ortaya çıkanların birleştirilerek yerinde kalması gerekirdi, ören yeri engin bir çam ormanının içindeydi ve buranın doğal güzelliği ile korunması gerekirdi. Ören yeri bir açık hava müzesi haline gelirse fakir Karatepe köylülerinin gelişimini sağlayabilirdi. Bütün bunların olabilmesi de Karatepeliler’in buranın taşıdığı önemi kavrayarak benimsemesi ile gerçekleşecekti. Bunun yapılabilirliğine Halet Çambel ile o yıllarda işsiz ve sol kimliği nedeniyle tümüyle dışlanmış olan eşi Nail Çakırhan’dan başka inanan da yoktu.​

    Türkiye’nin ilk koruma çatısını ve Türkiye’de ilk çıplak beton uygulamasını Çakırhan ile birlikte yaptılar.

    İnşaatı kitap okuyarak öğrendiler, dereden çektikleri suyla hayvan sırtında taşıdıkları çimento ile bu inşaatı gerçekleştirdiler. 10 yıl boyunca Ceyhan Nehri’nin yatağında kilometrelerce uzaktan taşınmış kabartma yazı parçacıklarını toplayıp, yıllar süren bir sabırla bunları birleştirerek Karatepe’deki eserlerin sayısını iki katına çıkardılar .

    Çevreyi korumak için Türkiye’nin ilk milli park uygulamasını gerçekleştirdiler. Ormanın zarar görmemesi için köylüyü ikna ederek keçiyi koyun ile takas ettiler, koyuna nasıl bakacağını, nasıl yavrulatacağını sabırla öğrettiler. Okulu olmayan köylere bizzat çalışarak okul yaptılar, öğretmen olmadığı için kendileri ve arkadaşları öğrencilere ders verdi. Köylünün iş sahibi olması için marangozluk, demircilik gibi kurslar açtılar, eğitici usta getirdiler. Çevrenin tüm sağlık sorunlarını üstlendiler, gelişim sürecinde yerel kültürün bozulmaması için el sanatlarını belgelediler, desteklediler ve yeniden kök boyayı köylüye “keşfettirerek” Karatepe kilimini bir dünya markası haline getirdiler. 1960’lı yıllara gelindiğinde Karatepe Türkiye’nin ilk Açık Hava Müzesi, ilk Milli Parkı, ilk ayrıntılı etnografik belgeleme çalışması ile ünlendi, başka yerlere örnek oldu ve daha de önemlisi özelliğini yitirmeden günümüze kadar süregeldi.

    Çukurova 1950’lerde hala bakir bir alandı. Orman Akdeniz kıyısına kadar inmekteydi. Her yerde Yörük çadırlarına rastlanmakta ve geçmiş dönemin yapı kalıntıları ayakta durmaktaydı. 1960’lı yılların başında yeni kurulan Devlet Planlama Teşkilatı Çukurova’nın sanayi, tarım ve turizme açılma kararını almıştı. Çambel çağın gereği olan bu gelişim sürecinin kültür varlıklarına rağmen değil kültür varlıkları ile bütünleşerek gelişimi için devreye girdi, Çukurova Bölge Planlama Teşkilatı’nı ikna ederek Silifke’den Payas’a kadar olan kıyı bandının kültür envanterini çıkartma, belgeleme ve kalkınma planına altlık olacak şekilde projelendirilmesi işini üstlendi. 1967 yılının sonunda tüm kıyı bandı taranmış, bütün ören yerleri fotoğraflanmış, plana işlenmiş ve plancılarla birlikte çalışılarak yol ve turizm tesislerinin planlaması, kültür varlıklarına zarar vermemek kaydıyla hazır bir proje haline gelmişti. Benzer bir çalışma hızla gelişmekte olan Adana kenti için de gerçekleştirildi. Adana kentinin tarihi çekirdeğini oluşturan Tepebağ Mahallesi tümüyle taranarak belgelendi, tarihi yapılar, evler ve arkeolojik dolgu kent gelişim planına işlendi.

    Ne var ki ülkemizin bu ilk kültürel miras projesi sona erdiğinde Türkiye’nin “planlı kalkınma” dönemi de sona ermiş, “Plan yerine pilav istiyoruz” sloganı öne çıkmıştı. Planlama Teşkilatı ortadan kaldırıldı, Çambel ve ekibinin yaptığı envanter çalışmasının değil uygulanması yayını bile reddedildi. Adana’nın en önemli kültür varlığı olan Tepebağ Höyüğü, “plan uygulamaya geçerse” endişesiyle bir gece operasyonu ile ortadan yarılarak tahrip edildi. Bugün eğer kıyı şeridi inanılmaz çirkinliklerle dolu, Antik dönemin eşsiz anıtları çirkin beton yapıların arasında kaybolmuş ve Adana kenti tarihi kimliğini yitirmiş ise, bu durum Çambel’in gerçekleştirdiği çalışmanın kısır politik çıkarlar nedeniyle göz ardı edilmesinin sonucudur.

    Çambel ulusal değerlere bağlı ancak bilimin evrenselliğine inanan bir insandı. Bugün eğer Türkiye’de Neolitik Dönem arkeolojisinden söz edebiliyor, bu alandaki başarılarımızla övünebiliyorsak, bu Çambel’in 1963 yılında Chicago Doğu Bilimleri Enstitüsü’nün o yıllarda efsaneleşmiş ismi olan Robert J. Braidwood’u Türkiye’ye çekebilmiş olması sayesindedir. Braidwood’u Türkiye’ye yalnızca kazı yapmak, arkeolojik araştırmaları birlikte sürdürmek için getirmemişti. Braidwood Dünya arkeolojisinde bakış açısı ve uygulamaları ile çığır açmış bir yenilikçiydi. Geçmiş dönemleri öğrenmede, anlamada, arkeolojinin yetersiz kaldığını savunmuş, iklimbilim, yerbilim, bitkibilim, hayvanbilim gibi doğa bilimleri ile işbirliği yaparak birlikte çalışmadan tarihsel sürecin anlaşılamayacağını ortaya koymuştu.


    Neolitik Dönem arkeolojisinin efsaneleşmiş adları, soldan sağa Linda Braidwood, Bruce Howe, Robert J.Braidwood, Halet Çambel; 1964 yılı Çayönü kazısında.

    Çambel Braidwood’u tüm ekibiyle birlikte Türkiye’ye çekti. 1963 yılında Güneydoğu Anadolu Ortak Araştırma Projesi’ni kurdular, Siirt’ten Urfa’ya kadar Türkiye’nin ilk kapsamlı, çok disiplinli yüzey araştırmasını gerçekleştirdiler. 1964 yılında Urfa Biris Mezarlığı, Söğüttarlası, Çayönü, 1968 yılında da Griki Haciyan kazılarına başladılar. Braidwood tüm ekibiyle İstanbul Üniversitesi “Prehistorya Kürsüsü’nde” ders ve seminerler yaptı. Çağdaş arkeoloji, arkeolojide kuram, çok disiplinli arkeoloji, jeoarkeoloji, çevresel arkeoloji gibi kavramlar ilk kez akademik yaşamımıza girdi ve Çambel’in akılcı, uzun erimli planlaması ile köklenerek filizlendi. Çambel-Braidwood ortaklığı 2004 yılında Braidwood’un vefatına kadar kesintisiz ve sorunsuz olarak sürdü. Bu birçok bilimsel projede olduğu gibi sıradan bir iş ortaklığı değildi; birlikte çalışma kavramının eşsiz bir örneğiydi. Çalışma için gerekli olan ödeneği kimin bulduğu, kimin hangi olanağı sağladığı, bilimsel sonuçlardan kişisel ün kazanmak için çıkar sağlamak hiçbir zaman ön plana çıkmadı, “iş” bilimin bir gereği olarak birlikte yeni kuşakların yetişmesi, çağdaş bilim anlayışının gelişmesi doğrultusunda sürdürüldü. Güneydoğu Anadolu Tarihöncesi Karma Projesi 40 yıl bu ilkeler doğrultusunda devam etti. Bildiğimiz kadarıyla bu proje en uzun soluklu uluslararası proje olarak ün yaptı. Bu projede çok sayıda bilim insanı yetişti ancak bunun da ötesinde yeni bir bakış açısı, yeni yöntemler bilim dünyasına bu proje ile kazandırıldı.

    Çambel-Braidwood ikilisi 1967 yılında ODTÜ’nün kurucu rektörü Kemal Kurdaş’ın da desteğini kazanarak Türkiye’nin ilk, Dünya’nın da öncü kurtarma projelerinden birini başlatmışlardır. O yıllara kadar büyük bayındırlık uygulamalarında zarar görecek kültür varlıkları dikkate alınmazdı, Seyhan, İrfanlı gibi dönemin büyük barajları birçok antik kenti hiç belgeleme yapmadan su altında bırakmış ve bundan kimse rahatsız olmamıştı. Keban Barajı Fırat Nehri üzerinde planlanmış barajlar dizisinin ilk ayağıydı. Her ne kadar Fırat’ın uygarlık tarihinin her aşaması için ne denli önem taşıdığı söylem olarak yaygınsa da, Fırat’ın Türkiye içerisinde kalan sınırında T. Goell’in Samsat Höyük Sondajı, Kömürhan İzoli Anıtı belgelemesi dışında yapılmış ne bir yüzey araştırması ne de bir arkeolojik çalışma yoktu. 1967 yılında Keban Barajı’nın inşaatı başlamış, barajın Tunceli ve Elazığ il sınırları içerisinde çok geniş bir alanı sular altında bırakacağı kesinleşmişti. Nil üzerinde yapılan Assuan Barajı ve Amerika’da Mississipi Nehri üzerindeki Missouri baraj göl alanı kurtarma çalışmalarının tekil örnekleri olarak dünyada söz edilmekteydi.

    ODTÜ 1967 yılında Keban Barajı’ndan etkilenecek olan Ortaçağ Pertek anıtlarında bir çalışma yapmaktaydı. Çambel ve Braidwood Kemal Kurdaş’ın Pertek’e gösterdiği ilgiden yola çıkarak kapsamlı bir proje önerisiyle ODTÜ’ye gittiler. İyi bir organizatör olduğu kadar, mali bir deha ve kültür insanı olan Kemal Kurdaş ile Çambel-Braidwood ikilisinin kaynaşması güç olmadı; birlikte belki de Dünya’nın ilk çok disiplinli, geniş katılımlı kültürel mirası kurtarma projesinin altlığını hazırladılar. Bu projenin arkeoloji bölümü olmayan ODTÜ’ye bağlı olarak yürümesi konusunda Çambel ısrarcı oldu. Gerekçesi arkeoloji bölümü olan bir üniversitenin yönetiminin diğer birimlerin kıskançlığını körükleyeceği, bundan ODTÜ’nün hiçbir bilimsel çıkar sağlamayacağından, kalıcı bir projenin tarafsız zeminini oluşturacağı öngörüsü idi. Çalışma 1967 yılında baraj göl alanının yüzey araştırması ile başladı, beklenmedik çeşitlilik ve zenginlikte kalıntılar ortaya çıktı. Proje uluslararası katılıma açıldı, çok sayıda kazı ve belgeleme bu proje sayesinde gerçekleşti. Böylelikle kültür tarihi açısından çok büyük bir önemi olmadığı düşünülen Doğu Anadolu Dağlık Bölgesi’nin, uygarlığın en eski döneminden itibaren taşıdığı önem ortaya çıkmış oldu.

    ODTÜ Keban Projesi’nin başlangıcı, 1968 yılında Ağın’da “ilk kazma” töreni; soldan sağa Ali Yaramancı, Halet Çambel, Ümit Serdaroğlu

    Keban Projesi, Keban Barajı tamamlandıktan sonra da Karakaya ve Atatürk Baraj alanı içerisinde yine aynı ilkeler doğrultusunda Çambel-Braidwood ve Kurdaş’ın yönetim ve denetiminde sürdürüldü. Projenin yaklaşımı, çalışma ilkeleri, farklı kurumların katılımına açık yapılanması ve sonuçların kısa süre içerisinde yayınlanmasına verdiği önem, Dünya’da bu tür projeler için bir model olarak kabul edildi. 1980’li yıllardan sonra ODTÜ’nün özelliğini yitirmesi, Kurdaş’ın yönetimden ayrılması ile ODTÜ Keban / Aşağı Fırat Projesi Türkiye’de işlevselliğini yitirdi; buna karşılık Suriye ve Irak’taki baraj alanlarında taklit edilen bir model haline geldi. Birecik Barajı ve bu bağlamda ünlenen “Zeugma” olayı ülkemizin bir ayıbı olarak kaldı. Başta Apamea olmak üzere birçok yer Birecik Barajı’nın suları altında kalırken Suriye’deki Tabqa baraj alanında yapılan kurtarma çalışmalarını gıpta ile izledik. Ancak yine de Çambel’in bu öngörülü yaklaşımının boşa gittiğini söylemek doğru değildir, daha sonra Kargamış ve Ilısu baraj göl alanlarında kapsamlı bir çalışma yapılabilmişse bu Keban Projesi’nde kazanılan deneyimin sonucudur.

    Çambel bir akademisyendi. Akademisyen olmanın gereğinin bilime ve kendine olan saygıyı yitirmemekte olduğuna yürekten inanmıştı. Bilimi, bilimsel çalışma yapmayı kendine ün getirecek bir araç olarak hiçbir zaman görmedi. Yeni kuşakların çağdaş bir anlayışa sahip olarak yetişmesine önem verdi, onlara kalıplaşmış bilgileri ezberletmeye çalışmadı. Bilgiyi aktaran dersler vermediği için meslektaşları tarafından çok eleştirildi. Öğrencilerine söylediği şu söz Çambel’in eğitim anlayışının en açık tanımıdır:

    “Siz okuma yazma biliyorsunuz. Bütün bilgi kitaplarda vardır. Ben size yarın değişecek olan bilgiyi belletmekle yükümlü değilim. Ben size bu bilgiyi nasıl öğreneceğinizi ve nasıl kullanacağınızı öğretirim”

    Bu yaklaşımın doğruluğunu gösteren “Çambel Okulu’ndan” geçenlerin bilim dünyasında kazanmış olduğu yerdir. 

    Mehmet Özdoğan

    Bilim Akademisi üyesi

    İstanbul Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü


    Prof. Dr. Mehmet ÖZDOĞAN     

    Koca Bir Ömür ve 56 Yıllık Kazı Serüveni

    İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Özdoğan yarım asırdır tarihi kalıntıların izini sürüyor. 

    Mezunu olduğu İstanbul Üniversitesi’nde besin üretimine dayalı yerleşik yaşam biçiminin ortaya çıkışı ve Avrupa’ya aktarım modelleri üzerine çalışan Prof. Dr. Özdoğan, elde ettiği bilgilerle bilim dünyasına ışık tutmaya devam ediyor. Göreve başladığı 1963 senesinden beri 18 kazıda görev yapan Prof. Dr. Özdoğan, konuşmalarında bilimsel çalışmalarına devam edeceğinin bilgisine yer verdi.

    Arkeolojiye olan ilginiz ne şekilde başladı?

    Arkeolojiye olan ilgim lise yıllarımda başladı. Goodwin adında çok iyi bir sanat tarihi hocamız vardı. O yıllarda derslerim çok kötüydü fakat sanat tarihi hocamı çok seviyordum ve bu derse çok meraklıydım. O zamanın yazında 1960 yılında Anadolu’da Çatalhöyük’te bir kazı vardı. Hocam bana orayı gidip gezmemi söyledi. Otostop ile Çatalhöyük’e gittim daha sonra hemen geri geldim. O sırada Talebe Federasyonunda çalışıyordum ve ilk defa rehber kursu açıldı. Türkiye’de açılan ilk rehber kursuydu. Turist olmayan bir yerde rehber nasıl yetiştirilir bilinmediği için burada üniversite hocalarından rehberlikle ilgili çok ağır bir ders görüyorduk. Bu durum beni çok heyecanlandırdı. Arkeolog mu olayım başka bir şey mi olayım derken kararsız bir şekilde liseyi bitirdim. 

    O zaman ayrı ayrı sınavlara giriliyordu. Merkezi sınav sistemi yoktu. Hem hukuka girdim hem de arkeolojiye kaydoldum. Arkeolojide de okumak istediğim bölüm farklıydı. Yanlış bölüme kayıt olduğumu sonra anladım ve hukuk okumaya karar verdim. Hukukun kayıt sırasına girdim çok uzundu, kayıt sırası bir türlü bitmiyordu. Sonra sıkıldım gittim arkeolojiye girdim. Arkeoloji bölümünün kayıt sırasında kimsenin olmadığını görünce bu bölüme kayıt oldum. Arkeolojiye girince ilk dersten çok pişman oldum ve okulu bırakmaya karar verdim. Tam bu sırada bana Halet Çambel adında bir hoca var onunla tanışmadan kararını verme dediler. Bende onu beklemeye karar verdim. Kasımın ortasında Halet hoca araziden geldi. Trenden indi. Kürsüye çıktı ve şöyle bir baktı. Ayağında çizme, sırtında pelerini vardı. Onu görünce ben bu hocayı çok sevdim. Kalıyorum dedim ve kaldım. 

    İlk kazı deneyiminiz neresidir?

    O sene 1963 yılında Güneydoğu’da çalışmalara başlanmıştı. İlk olarak Urfa’nın Bozova İlçesi’nde Söğüt Tarlası ve Biris Mezarlığı’nda kazı yapılıyordu. Ben de 1. Sınıf öğrencisi olduğum için ilk oraya yollandım. Kazı ekibi çadırda kalıyordu ve çadırda da yer kalmamıştı. Ben açıkta uyku tulumunda yattım. On gün sonra da Diyarbakır Ergani’ye Çayönü kazısına çağırıldım. İlk kazı deneyimim bunlar oldu. 

    Çalışma alanlarınız nelerdir?

    O sırada bizim bölüm daha çok İlk Tunç Çağı üzerine çalışıyordu. O yüzden daha çok Tunç Çağı kazılarına gidiyorduk. Fakat bana verilen tez konusu Neolitik üzerinden oldu. Güneydoğu’da Orta tunç çağı çalışıyorduk ama verilen tezler İstanbul bölgesindendi ve Neolitikti. Daha sonra zaten bizim bölümde Neolitiğe kaydı. Benim esas alanım Neolitik, yani tarımın başlangıcı ve dünyanın küresel bir model olması, dünyaya yayılması. Sadece başlangıç Güneydoğu’daki başlangıç değil. Şu anda da Trakya da çalışıyorum. İkinci alanım jeoarkeoloji yani doğal çevre ortamı ile kültür tarihi arasındaki ilişkileri anlamak. Üçüncü alanım ise arkeoloji politikaları.

    Tarih öncesindeki kalıntıların izini sürmek sizin için ne anlam ifade ediyor?

    Geçmişi anlamak insana düşünsel zenginlik verir. Dünyaya, insana, çevreye bakışa derinlik veriyor. Süreci ve çeşitliliği görüyorsun. Geçmişten günümüze gelen süreci anlamak, düşünmek hem ileriye bir projeksiyon yapmanı sağlıyor hem de yaşadığın dünyayı başka bir gözle görmeni sağlıyor. Bunu şöyle tanımlayabiliriz. Bilmediğin bir arşive yani bir kitaplığa giriyorsun çalışman için bir sürü kitap var. O kitapların içinde dolaşıyorsun ve neyi görmek istersen onu görüyorsun. Herkes neye meraklısın diye soruyorlar? Geçmişte günümüz kadar renkli. Benim sorduğum soruların yanıtı başka bir arkeoloğun sorduğundan farklıdır. Onun için ben kendi düşünce sistemime göre geçmişe sorular soruyorum ve onun yanıtlarını alıyorum. O da beni en azından düşünce sistemimi dünyaya bakış açımı zenginleştiriyor.

    Uzun süre kazı çalışmaları yaptınız. Buralarda sizi etkileyen, unutamadığınız bir olay var mı?

    Otuz sekiz sene Güneydoğu’da çalıştım. Güneydoğu’nun içinde Hakkari, Siirt’in dağları, Van’da 1967 yılında Gürpınar’dan Beytüşşebab’a kadar 5 hafta boyunca araştırma yaptım. Orada birçok ilginç olaylar ile karşılaştım. Göçebe aşiretlerde 5 hafta gönüllü öğretmenlik yaptım. Çok fazla ilginç olaylara rastladım. Bana en çok ilginç gelen şey öğrencilik yıllarımda uzun süre kamyonların arkasında Anadolu’nun birçok yerini gezmek oldu. O zamanlarda kamyonların arkası açıktı ve kamyonlara yolcular alıyorlardı. Ben de bu şekilde çok fazla yer gezdim. O köylerde misafir kaldım. Tüm bunlar benim en ilginç deneyimim oldu. Öğrencilik yıllarımda Anadolu’yu otostop ile köy köy gezmek orayı anlamamı sağladı. Orada, İstanbul’dan baktığımdan çok farklı bir dünya gördüm.

    Türkiye’de de ciddi anlamda bir defineci sorunu var. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?

    Bu tamamen çalışmayan, hayal dünyasında zengin olan kişilerdir. Definecilikle bir şey bulanı şu ana kadar hiç duymadım. Bununla ilgili birçok masallar var. Tam buldum elimi sürdüm cinler geldi. Hiçbir şey olmadığı halde bir de her yeri delik deşik edenler var. Bu onlar için hobi, hastalık haline gelmiş. Bir de koleksiyoncuların bilinçli olarak sipariş üzerine soydurdukları izinsiz defineciler var. Onlar daha tehlikeli. Şu anda eski eser koleksiyonu yapan yeni zenginlerimiz var. O zenginler koleksiyonlarını zenginleştirmek için defineciler ile anlaşarak bilinçli kazı yaptırıyorlar. Normal define kazıları sit alanında olmaz. Yasal kazı, yani izinli kazı dağlarda ve kayalıklarda olur. Bunlar bilinçli olarak arkeolojik yerleri kazdırıyorlar. Bir eser bulmak için bir dolguyu yok ediyorlar. Şöyle örnek vereyim. Bir kitaplık var ve kitaplıkta çok ilginç bir kitabınız var. En hoşunuza giden bir kitabı alıyorsunuz fakat bütün kitaplığı yakıyorsunuz. Bu bildiğin tahribattır.

    İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı için ne söylemek İstersiniz?

    Hayatımda çok iyi bir seçim yaptığımı düşünüyorum. Benim kuşağımda Türkiye’de doktor olan hemen hemen herkes yurtdışı doktoralıdır. İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı gerçekten dünya çapında bir yerde ve yurtdışı doktoralılardan çok daha iyi bir imkan sunuyor. Özellikle Halet Çambel gibi çok iyi hocalarımız var. En iyi olanaklarla, en iyi ortamda bu bilimi yapabilme imkanı aldım. Ailede İstanbul Üniversitesinde 5. Kuşak hocasıyım hatta şöyle derim dededen beri İstanbul Üniversitesi eğitiminden ailecek sorumluyuz. Ailemizden her bölüm için biri yer alıyor. Ama gerçekten bizim ailenin sorumluluğuna girmeyen prehistorya alanıydı. O çok özel geleneğimiz olan bölüm geleneği o kadar sağlam kurulmuş ki bozamadık. Dünyadaki en iyi yerlerden birinde yetişme imkanı buldum. 

    Toplum arkeoloji bilimini yeterince anlıyor mu?

    Arkeoloji biliminin birkaç ayağı vardır. Daha doğrusu 5 paydaşı vardır. Bunlardan bir tanesi bilimdir. Bilim geçmişten gelen bilgiyi günümüze aktarabilmek adına çalışır. İkinci ayağı ise toplumla paylaşılması, yani o bilginin topluma aktarılması. Bu durum Türkiye’de zor olan bir durumdur. Benim bilim insanı olarak ürettiğim, ortaya çıkarttığım bilgiyi topluma aktarmam çok zor. Türkiye’de çok ciddi bir eksiklik var ara kesim ara yüz yok. Yani batıda kültürel çevirmen denen bilim insanın çıkarttığı bilgiyi toplumun anlayacağı dile çeviren pedagoji bilen, sosyoloji bilen toplum bilim bilen yani bilgiyi aktarabilin kesim yok. O bizim toplum ile ara yüzümüzü zorlayan bir şey. Arkeolojide en büyük eksikliğimiz toplum ile aramızdaki ara yüzün olmayışı. Yani kültürel çevirmenliğin olmayışıdır. Türkiye’de arkeolojideki esas ana sorun toplumun bizim ne yaptığımızı hiç anlamaması bizimde topluma ne yaptığımızı anlatamamamızdır. Bu da beni çok rahatsız eden şeylerden bir tanesi.